Uzaklardan Gelen Ses…

0
3069

Gözlerim kısık. Etrafımdaki herşeyden kendimi soyutlamış bir noktaya odaklanmış duruyorum. Ellerim terliyor, hafifçe parmaklarımı sıkıyorum. Renkler yok oluyor etrafımda, yeşil kırmızıya, sonbaharın sarısı siyaha meylediyor. Kulaklarımı kabartıyorum. Sanki kafamı biraz kaldırınca tüm sesleri reddedip sadece özlediğimi, uzaklardan geleni süzebilecekmişim gibi geliyor bana. Yüzler siliniyor, sesleri zaten hallettim benliğimde, sadece duymak istiyorum. Sadece duymak. Uyanık olduğumu biliyorum. Freddie Mercury’nin ‘Show Must Go On’ daki çığlıkları gibi derinden geliyor özlediğim ses. Yer titriyor yavaş yavaş. Toprağın ayağımın altında ettiği dansı hissediyorum. Keşke çıplak ayak olsaydım diye geçiriyorum içimden. Ama vaktim yok. Geliyor. Hissediyorum. Görmüyorum ama tam midemde hissediyorum. Geliyor… Biliyorum. Az kaldı…

An’ı yaşamayı sevenlerdenim. Plan yapmayı da sevmeyenlerden. Bir saniyenin değerini, anlamını bilirim. O saniyeyi o anı o dakikayı dibine kadar içine çekip, emip, en ufak parçasına kadar tadını çıkarmayı isterim hep ve doğru zamanda doğru yerde olabilmeyi başarmış insanlara gıpta ederim. Çıplak gözle araya filtreler, kameralar, uydular, sinyaller girmeden yaşayanları deli gibi kıskanırım. O anı gözbebeğine yansıtanlar, kulaklarında hissedenlere karşı hasetle karışık duygular beslerim. David Gilmour’un Pulse konserinin sonunda Comfortably Numb’da attığı solo sırasında orada olabilmek tüm o desibeli göğsüne göğsüne vururken hissetmek. O anın ileride efsane olacağını bilmeden deneyimlemek. Bazen, zamanın akıp gidiyor olmasını çok daha fazla sevdiğimi düşünüyorum. Geri dönüp yaşamamak lazım bir kez daha. Bir Tour de France etabı, bir Marcel Marceau performansı, Queen Wembley konseri. Ancak canlı görüldüğünde tad verecek şeyler… Whitesnake Türkiye konserinde olduğu gibi. David Coverdale’in konser sonunda elinde mikrofonla sahneye gelip tek başına enstrumansız olarak Soldier of Fortune söylemesi. Allahtan o zamanlar cep telefon kameraları şimdiki gibi gelişmiş ve yaygın değildi de  o anı yaşamak yerine kimse sağda solda paylaşabilmek için tek kolları havada yaşamadı o anı.

Hayatımı borçlu olduğum motorsporları konu olduğunda ise bu duygularım biraz daha kabarıyor. Hep uzaktan görmek zorunda kaldığımız hep seslerini televizyonun o yetersiz ve ruhsuz hoparlörlerinden duymak zorunda kaldığımız canavarlar ile karşılaşma fikri içimi ısıtıyordu. Hep bir hayaldi… Şanslı olanlar gidip onları kovalayıp görme, koklama hatta dokunma şansı buluyorlardı.  Ben ise beklemek zorundaydım.

Sonra haberler yayılmaya başladı… Geleceklerdi… Gelmelilerdi de. ‘O an’ ı ben de yaşamalıydım. Yaşadıklarıma bir yenisini eklemeliydim. Tıpkı Mark Knopfler konserinde en ön sırada olup o muhteşem başparmağın tellerine dokunuşunu tesisattan değil direkt kulağıma gelmesi gibi. Tıpkı İstanbul Açık’da Maria Sharapova’yı raket tutarken izlemek gibi.

Bir koşturma bir telaş içindeydik. Çantalar toplandı yolculuk planlandı. Hala bir şeylerin farkına varılamamıştı. Ta ki bir U virajın içinde fotoğraf çekmek için yerimi aldığımda çevirerek gelen Colin McRae’in gözlerini gördüğüm an dağınık olan zihnim bir anda idrak etti. Dünyanın en iyilerini o an olması gerektiği gibi kendi gözlerimle görüyordum. Rüzgarını hissediyor kokusunu duyabiliyor, seslerini tüm bedenimde hissediyordum. Ve sonra gittiler… Dönmemek üzere diye düşündük. Üzüldük. Aslı’nın şarkısında söylediği gibi ‘mecburlar mıydı en uzağa gitmeye’

Şimdi içimiz kıpır kıpır. Bekliyoruz. Sesler uzakta titreşiyor. Hissedebiliyorum… Kalp atışlarımız yükseliyor. Tahta masada ben bilgisayara bakıyorum, bilgisayar bana.

Kulağımda Freddy Mercury…
Şov devam etmeli diyor…
Edecek de…
Hazırız…

Facebook Yorumları

yorum